BİR DÜKKÂNI BEKLEMEK
“Korku, insanın başına bir defa gelir ömrünce,
insan yolu bir defa bulamaz, eve bir defa dönemez.
Kırıntılar bir defa kaybolur…”
Türk öykücülüğünde son zamanlarda çıkan en ilginç kitaplardan biri “Bir Dükkânı Beklemek” dersek abartmamış oluruz. Kurgusu, özgün anlatımı, temiz dili ile dikkatleri üzerine çekti. “Yazma eylemini çok seviyorum” diye ifade eden Nazlıcan’ın, kitabın ilk sayfalarında; “Yazacağım her şeyi uzun uzun düşünürüm.” deyişine de şahit oluyoruz. Kitabının ilk öyküsü “Köpek ile Kar” da dörtten fazla anlatıcı değişiyor. Sürekli başka bakış açısı ile devam ediyor hikâye. Farklı bakış açılarının harmanlandığı kurgu ile karşılaşmak oldukça heyecan verici. Hikâye sonlanmamışken, bir an kendimi Ingmar Bergman’nın yönetmenliğini yaptığı Persona (1966) adlı filminin içinde hissediyorum. Persona’da bir sahneyi farklı açıdan izlemek ve filmin sonundaki soruyu başında bulmak, Nazlıcan’ın hikâyelerindeki kurgularda da rastladığımız bir durum.
Kurguların yanı sıra olayların akışını merakla takip etme isteği uyandıran şey ise güçlü betimlemelere yer vermesidir. Karakterlerin başlı başına her insanın kendinden parça bulacağı monologları, seyri birden içimize doğru değiştiriyor. Hikâyeler devam ederken Nazlıcan’ın bu kurgu düzenine ve arı üslubuna hayran kalmamak elde değil. Üstünde uzun uzun düşündüğü hikâyeleri okudukça; “Bu hikâyenin de bir hikâyesi var mıdır acaba?” derken yazarımızın Murat Özyaşar ile yaptığı söyleyişiye denk geliyorum ve sorumun cevabını burada buluyorum.
Kitabın ilk sayfalarında bize yorgancı dükkânından bahseden bir hikâye var. İşte o hikâyemizin hikâyesini Nazlıcan şu şekilde aktarıyor; “Ben o yorgancı dükkânını ilk defa 1991 yılının bir Eylül akşamında gördüm. Tam 27 yıl olmuş. 27 yılda çok usta bir yorgancı olabilirsiniz. Ben başka bir şey yaptım, belki de o yorgancının bile yapmadığını; 27 yıl boyunca o yorgancı dükkânını kafamda taşıdım. Kafamdaki yorgancı dükkânına o 27 yılda kimler girdi, ne yorganlar dikildi, atlas kumaşlar heba edildi.” Böylece her hikâyesinin demlenme payı olduğunu da anlıyoruz. Alelade yazılmış, gündelik duyguların karmaşası değil bu hikâyeler. Uğur Nazlıcan, babasının lokantasında yemek yaparken demlenmesini beklediği yemeklerden bahsediyor. Hatta bunun için babasının müşteriyi dahi beklettiğini söylüyor ve ekliyor Nazlıcan, “Demlenmeyi babamdan öğrendim.” Bu da Nazlıcan’ın en güzel hikâyesi olabilir.
“Manav Hacı Resul’ün Öleceğidir” adlı hikâyesinde; “…içimdeki yarayı elimle bıçakla oyarak, üstüne bir de o yarayı yutarak yaşadım. Bunun hesabı -elbette defnimden ve terkinimden sonra – benden sorulacaktır.” Kısmı ile yarasını yutan bir garibin yarınını düşlediği iç hesaplaşma ile devam ediyor. Her hikâyesinde ilginç tecrübelerle ile baş başa kalıyoruz. Tüm bunlar dilin sade ve kurgunun üstüne çok düşünüldüğü kanaatini veriyor. Nazlıcan, ayrıca matematiği ve simetriyi sevdiğini ve bu durumun hikâyelerinde etkisi olduğundan bahsediyor. Öyle ki bazı tasvirleri, size o yerin müdavimi olduğunuz hissini veriyor. O mekânda sadece bir karakter, birden fazla kişinin gözüyle ve bulmacavari örgüsüyle okuru ağırlıyor. Nazlıcan, her ne kadar karışık bir tema ile bizi hikâyelerine şahit tutsa da zihinsel bir çaba sarf etmemize sebep olan olay örgüsünün okuru olmak oldukça keyifli.
Kitabı uzun arayla okumak pek mümkün değil. Çünkü önceki hikâyenin sonrakiyle bağını çözmeye çalışırken, aslında sonunda hiç bağının olmadığını öğrenmek ama başka hikâyelerde olabileceğini de görmek uykusunu kaçırıyor insanın. Hikâyelerin de bir hikâyesi olduğunu bilmekle beraber, özünü taşıyan bir ana konusu olduğunu da düşünmek mümkün. Örneğin, “ Mahfuzun Bir Mavi Arabası” hikâyesinde adeta kendi varlığını eliyle yoklayan bir karakterin durumunu şaşkınlıkla okuyoruz. Ya da “Kısmet” adlı hikâyesinde bir piyangocunun; “Demek benim saklı levhama yazılan, başkalarına yazılanı dağıtmak” demesiyle olay başka bir anlama bürünüyor.. Hayatımızda yaşadığımız olaylar bizi bir bütün kılıyor. Bu şekilde kaderin cilvesini de hatırlatıyor Nazlıcan.
Son hikâyelerinden biri olan “Filmci ”de ise tasvirleriyle aslında birçok yalnız şairin kendi içinde yaşadığı hayatla buluşabiliyoruz. Nazlıcan, bu tekrar ve kurgularla unutulan güzellikleri, detayları yeniden anımsatıyor. Yazarın kendine has üslubu, anlatımı, özgün bir çalışmaya imza atması ve henüz ilk eserinde bunu ortaya koyması örnek bir başarıyı da temsil ediyor. Umarım, muhatabı da bu özveriye mukabil olur.
“Saat dörde çeyrek kala. Peki, ben şimdi ne yapacağım?”