*Bu yolculukta size eşlik edecek olan ise Şakiro’dan Keke Xiyaseddin olacak.
Ne olursa olsun acılarımızı hiçbir ayrıştırma yapmadan dile getirmek ümidiyle…
Veysel Altuntaş’ın ve Sıddık Yurtseven’in editörlüğünü yaptığı Dengbej Hikâyeleri adlı kitap Mecaz yayınlarından okurlarıyla buluştu. Kitabın kapak tasarımı dahi içeriği hakkında çok güzel bir etki oluşturduğu kanaatindeyim. Dengbej Hikâyeleri, ismini muhtelif yerlerde duyduğumuz ve öncesinde takip ettiğimiz on yazarın hikâyesiyle bizi karşılıyor. Kitabın önsözünde “Elinizde tuttuğunuz bu kitap toplumsal bir acının hafızasına tekrar şahit olmak adına yazılmıştır” diye ifade-i meram yapılmış. Sunuş yazısını yazan Mustafa Çiftçi; “Modern dünyada yetişmiş kalem erbabı olan bu yazarlar hem modern hem de ruhu olan bir eser vücuda getirerek modernizmin zalım çarkına çomak sokmuş oluyorlar benim gözümde…” diyerek güzel bir üslupla kitabın öneminden bahsediyor. Dengbêj sözcüğünün kelime anlamı; deng ‘ses’, bêj ‘söyle’dir. Bir nevi yaşamın seslere dokunduğu söylemlerdir denilebilir. Bu söylemlerin de tabii bir hikâyesi var. Kitapta bunlara ziyadesiyle şahit olabiliyoruz.
İlk olarak Kürşat Çelik’in “Ses” adlı hikâyesini okumaya başlıyoruz. Çelik, hikâyesinde dengbej hikâyelerinin aslında toplumda ne kadar unutulduğunu da bize hatırlatmak istiyor. Hikâyenin kahramanı Hasanoğlu’nu ve garip hikâyesini arayan, deli diye anılan zat; “Bir sesin çekip gittiği nerede görülmüştür. Hiç mi üzerinize alınmadınız?” diyerek o sesin peşine düşüyor ama ne çare yitirilmiş bir sesin sahibi olmadığını çoğumuz biliyoruz. Tıpkı şimdi dengbej hikâyelerinin unutulduğu gibi… Kürşat Çelik kaleme aldığı bu hikâyede; “hangi dilde olursa olsun ateşin sözü birdir” deyimiyle aslında dengbeji özetlemiş oluyor. Ve bu hikâyeyi okuduktan sonra Diyarbakır’da geçirdiğim on yıl geliyor aklıma. O güzelim dengbej evinin yanından geçerken bir sese ilham olmuş ağır yaşamları tahmin etmek çok da zor olmuyor. Duyduğunuz o derin seslerde, dönemin zihniyetine ve yaşanmışlıklarına dair az çok fikir edinmeniz dahi mümkün. Çelik’in hikâyesi de bu yaşanmışlıkların bir numunesi hükmünde.
Kitaptaki her hikâyede ayrı ayrı bir derde ortak oluyorsunuz. Onlardan biride M. Fatih Kutlubay’ın “Ninova’da Zaman Taşı” adlı hikâyesi. Bu hikâyede Kutlubay iki Kürt ordusunun dengbej vesilesi ile nasıl bir arada yaşayabileceklerini kaleme almış. Bir bakıma acının ortak hikâyesini anlatıyor. Bu hikâyeyi okurken, “sanırım yaşanmış olaydan esinlenerek kaleme alınmış” bir çalışma demiştim. O kadar geçekçi ve dokunaklı idi. Üstelik bu kitapta emeği olan yazarlar, toplumda dengbejin ne kadar yer ettiğini de ifade etmiş oluyorlar. Kutlubay, Harran sokaklarından, Dicle’ye uzanan hayatların Ninova’ya yansıttığı güzellikleri de arı bir üslupla anlatıyor ve dengbeji şu sözüyle ifade ediyor; “Hikâye devam etmeliydi ki insanoğlu da zamanı yaşasındı. Çünkü insanoğlu, hikâyesinin bittiği yerde yok olacaktı.”
Hikâyeler böyle dokunaklı devam ederken Merve Parlak bize “Gönül Yarası” filminden bir replik hatırlatacak çalışmayı kaleme alıyor. Kürtçe parça çaldığında şöyle bir diyalog geçer filmde;
-Kürtçe biliyor musun?
-Hayır.
-O zaman niye ağlıyorsun?
-Abi bu türküye ağlamak için Kürtçe bilmek mi gerek.
Ortak bir acıya sızlanırken olduğu gibi bazı hikâyelere ağlamak ve içerlenmek için de illa o dili bilmek gerekmiyor. Merve Parlak bize dilini bilmediğimiz bir hikâyenin acısını sahiplenerek aktarıyor. Ardından bu kısa hikâyelerin sırasını Selim Baki devralıyor. Selim Baki ise, kitapta yer alan diğer hikâyelere göre farklı bir tarz ile ve kısa kurallarla şekillendiriyor çalışmasını… Hemen ardından Sıddık Yurtsever “ Eşkıya Değil Kanaması Bir Ayın” adlı hikâyesi ile ortak oluyor bu çağlayan sese… Gerek betimlemeleri ile gerekse olayı zihinde tahayyül ettirmesi ile bambaşka otağlara bağdaş kuruyor. Yurtseven, hikâyesinde insanların seslerini yıllarca ağıt gibi taşıdığını anlatır. Ve hikâyenin sonunda şunu dile getirir; “Onlara bildiklerini çığıracaksın. Çıkırdığın bitince ay kanamaya başlayacak.” Bu vesileyle de seslerin, derin izlerini bize takip ettiriyor adeta hikâyesinde.
Hece dergisinde öykülerine rastladığımız Soner Oğuz, “Bir Acı Yel” ile kulağımıza dengbejden fısıldıyor. Dengbej henüz dokunmamışken hikâyeye Soner Oğuz, “burada dağın taşın, kurdun kulun, ırmağın göğün insandan bağımsız, insana ihtiyaç duymayan bir anlamı, bir öyküsü olduğunu” o yüce dağlara bakarak ifade eder ve okuru da bunu düşünmeye davet eder. Dengbeje, yani o acıya denk geldiği yerde şöyle tarif eder gördüğünü; “Bakışlarında bin bir yaranın sancısını okudum. Yara dediğin de bir kör pencere işte. Dünyaya oradan bakarsın mecbur. Kendi yarandan. Onunla anlamlandırırsın her şeyi.” Bu hikâyede de acının ortak bir dili olduğunda bir kere daha hemfikir oluyoruz. Dengbejden bu yana bir acı yel kalıyor hikâyenin sonunda.
Kitabın devamında Süleyman Arif Yıldız “Kızıl Şahin” ile selamlıyor bizi. Hepsi birbirinden başka ama aynı derdin kalemi olan bu hikâyeler, kederinizi dahi bu çalışmalara ortak ediyor. Yıldız’ın hikâyesinde “acemi dengbejler usta dengbejleri dinleyip parmak ısırıyor…” Şeyda Arslan ise “Tengnefesi” ile bize hüzünlü bir sesin getirdiği derin yaralardan bahsediyor. Hikâyesinde, kahramanın kendisini dehşet ve hayret verici bir muhasebeye çektiğini okuyoruz. Bunu usulca şöyle ifade ediyor Arslan; “ Bakışım kurşun, boynum inat bir diklikte olmasın diye çok uğraştım. Yine de insanın fıtratını değiştirmesi vücudundaki kemiklerin yerini değiştirmesi kadar zor.”
Kitabın son sayfalarına yaklaşırken Veysel Altuntaş’ın “Dengbej Şakiro’dan Dinleyemediklerim” adlı çalışmasını okumaya devam ediyoruz. Bu çalışma yahut anı kitabın en çok hoşuma giden kısmı oldu diyebilirim. Bir tez çalışması için yollara düşen Altuntaş, bize çok farklı ayrıntılardan bahsediyor. Şakiro’dan dinlemek istediği fakat rahatsızlık sebebiyle dinleyemediği, Osmanlı- Rus savaşında büyük kahramanlıklar gösterdiği söylenen Halis’in babasının hikâyesi için üç hafta boyunca köy köy gezdiğini okuyoruz. Şakiro’dan dinleyemediği hikâyeyi oğlundan dinleyen Altuntaş’ın zaman zaman heyecanına ortak oluyoruz.
Son olarak Yunus Meşe’nin “Kurşun Değil Bir Kurşun Kalbi” hikâyesi ile yüreğimiz dağlanmış oluyor adeta. Meşe hikâyesinde, Dengbejin kanadığı yerden elimizi tutup tasvirleri ile adeta yer yer gezdiriyor. Hikâye sona erdiğinde gözün gördüğü yerde Gevher Dağı ve ardında bir dengbej yankılanıp duruyor. Ayrıca kitabın her hikâyesi onlarca acıyı heybesinde biriktirmiş ve bu acılara kulak verecek temiz yürekleri bekliyor. Kitapta bir yol var. Dağlar, şahlar, sultanlar, sevdalar, ayrılıklar ve acılar… Sefere çıkmak isteyene ne büyük bir nimet… Bu yolculukta size eşlik edecek olan dengbej ise Şakiro’dan Keke Xiyaseddin olacak. Ne olursa olsun acılarımızı hiçbir ayrıştırma yapmadan dile getirmek ümidiyle…